Bir kuş cıvıltısı Aralık sonunda... Hiç bekler misiniz bu zamanda? Her şeyden farklı uyandım sabaha, dünün aynısı değildi yaşanılanlar. Bir umut yeşerdi örselenmiş yüreğimde. Bir telefon sesi genç bir delikanlı; “Buradayım bizim kız diyordu, sözümü tuttum hayata tutundum. “Benim çakır gözlü oğlum Samet’in sesiydi bu. Hayat dolu... Telefonu kapattığımda gülümseyerek zamandaki yolculuğa bıraktım kendimi. Başka bir delikanlı belirdi gözümün önünde. Arabamın yanında oturmuş ona verdiğim kitabı okuyordu Diyarbakır’ın asi ayazına inat sayfaları çevirirken bir anda başını kaldırdı ve beni fark etti, ayağa kalktı birden, gülümsedi, tek kelime etmedi, yüzüme baktı kaldı öylece, minnet dolu bir ifadeyle. Sonra oturup kitabının sayfalarına karıştı yine. Arkama dönüp gidiyordum ki Leyla iniverdi okul merdivenlerinden atıldı hemen üzerime sarıldık doyasıya. “ Nasılsın?” dedim buğulu gözlerinde bir mana belirdi, çözemedim. Ellerimle çenesini tuttum, küçük kardeşi Murat’ı sordum. Ses yok... Baktı kaldı öylece. Sonra buğulu bal sarısı gözlerini yavaşça indirdi tam kapanacaktı ki birden kayboldu Leyla. Onu aradım durdum boşluğun ortasında, yoktu, arkama baktım kitap okuyan Ali Rıza’ya soracaktım ki o da kaybolmuştu.
Yukarıdan gelen bir çığlık sesiyle irkildim. Kafamı kaldırdığımda pencereden bakan küçük bir kız gördüm, çaresizce bakıyordu. Remziye’ydi bu! Seslendim. Bir el konuşmasın diye ağzını kapadı. Dev gibi bir siluet belirdi arkasında. Bakakaldım, çaresizce izledik birbirimizi, yitip gitmeden önceki son bakışı tüm enerjimi çekmişti, yeni doğan gün kendini bulutlu bir sabaha bırakmıştı. İçim sızladı, derinlerdeki acıyı tarif et deseler edemezdim. Her şey benim dışımda gelişmişti, bana ise sadece tutmak için çabaladığım ellerin, ellerimden kayıp gidişi gerçeği kalmıştı. Yaşananlar yüzümde bir tokat gibi patlarken sessizlik dağıldı birden. Uyandım... Gerçeğe uyandım! Bu rezil kötü dünya, çocuklarımı alıp götürmüştü. Toprak olmuşlardı birer birer... Kimi iftiraya uğramış kimi çocuk gelin olmak istemediği için direnmişti bu hayata. Bir kurşunun hayat bitirdiğini bilirdim de mavi renkli saten bir kravatın cellat olabileceğini bilmezdim çünkü bilmek istemezdim. Göçüp gitmişlerdi işte...
Düşünüyordum, anın içine kapılıp gittikçe gün kararıyordu; sabah, vaktini henüz doldurmamışken akşam karanlığı çökmeye başlamıştı sanki. Bir umut değil miydi beni sabaha bağlayan hayal etmek bu kadar mı acıtırdı insanı... Peki, şu an? Farklı ve güzel şeyler mi yaşıyordu insanlar, anne ve babalar hep mutlu muydu? İnsanlıktan nasibimizi alarak yaşasak fena mı olurdu? Ne olurdu ne?
Ne olurdu yani Ceren, hastalıklı bir adamın kurbanı olmak yerine sahnede şu an dans ediyor olsaydı yahut Emine bir pazar kahvaltısının tadını kızıyla doyasıya çıkarsaydı. Fulya; yatağında mışıl mışıl uyusaydı da uyandığında yüzünde rahat bir uykunun izleri kalsaydı. Özgecan, Şule, Ayşe, Filiz ve daha... Maalesef daha da fazla... Ne olurdu gözlerimin önünden geçenler, duyduklarım sadece rahatsız bir uykunun kâbusundan ibaret olsaydı?
Gün karanlığa çöktü. Gelecek olan yeni yılın ayak sesi kulaklarımı tırmalıyor. Endişeliyim artık yeni olan şeylerin güzellikleri getireceğinden. On beş yıl önce yaşanılanlarla şu an arasında sadece zaman farkı var. Son aynı son! Gencecik çocukları, kadınları toprak çürütürken, adaletin olmadığı yeni bir yıl gelmesin varsın! Umut edelim demeyi bıraktım, daha gerçekçi adımlarla yaşamı anlamak ve anlamlandırmak istiyorum. Çok değil sadece bir saatte günü bitirdim, üzerimdeki eski yılların ağırlığı da cabası! Bu durumda 2020’den dünya adına iyi şeyler istemek çok da lüks sayılmaz aslında. Yeni yıl, bu sefer gerçeğin güzelliğiyle şaşırt bizi be! Oh be iyi ki geldin ne iyi ettin de geldin diyebilelim. Umutsuzca umutlanmak benimkisi bilirim ama insanım işte yine umut ettim.