Derinlerden gelen uğultulu bir ses, şiddetli bir sarsıntı bitmek bilmeyen. “Bu defa son galiba !”diyor anne ve anlık bir hareketle kızını kaptığı gibi mutfakta buzdolabıyla duvar arasına giriyor , ne yapacağını bilemeden duvarların çatlamasını çaresizce izliyorlar. Çatırdayan masa ayakları, sallanan dolapların gıcırtısı, düşen sandalyeler, kırılan avizeler, bir de çaydanlık... Çay öylesine demli ki suyu henüz yakarcasına sıcak ve demi zift gibi... Akıyor beyaz fayansların arasından yolunu buluyor. Yirmi beş saniye geçiyor üzerinden, hayatlarının bir daha eskisi gibi olmayacak kadar değiştiren yamalı bir yaşamın belirtisi bu yirmi beş saniye...
Anne, kızına dediklerimi tekrar et diyor ve şehadet getiriyor.
Yer: Van, tarih: 23 Ekim 2011. Deprem!
Bir anda duruyor sarsıntı. Anne hızla kızını kucaklıyor ve balkondan veriyor oradan koşarak geçmekte olan birinin kucağına. İlk defa zemin katta yaşadığına şükrediyor. Kendisi atlamıyor balkondan, mutfağa dönüp su dolu şişeyi kapıyor. Apartmanda haliyle bir hareketlilik ben de bir an önce çıkmalıyım diye düşünüyor, kapıyı açıyor, karşı komşusunun da evlatlarını çıkarmak için çabaladığını görüyor ve kulakları sağır edici bir ses yükseliyor ardından kopan bir sarsıntıyla yerde buluyor anne kendini asansör mermerlerinin altında. Çığlık bile atamıyor anne, karşı komşusu basıyor feryadı. Çocuklarını çıkarıyor genç adam. Sonra yanında bir kişiyle geliyor, can havliyle mermerleri kaldırmaya başlıyorlar. Anne hiçbir şey hissetmiyor, tek isteği bir an önce bacaklarının üzerindeki yığından kurtulup kızını bulmak, elindeki su şişesini de hiç bırakmıyor. İki dakikayı almıyor annenin üzerindeki mermerleri kaldırmak. Anne birden kalkıyor. Genç adamın “İyi misiniz?” sorusunu yanıtlayamayacak kadar telaşla yürümeye çalışıyor, ayakta durabiliyor, Bekle, yapma” deseler de dinlemiyor. Kızının adını haykırıyor. Parkın olduğu alanı birkaç kere turluyor tökezleyerek, en sonunda başka bir komşusunun yanında kızını kaldırımda oturturken buluyor. Koşuyor bacaklarının acısını hissetmeden. Yanına geliyor ve sarılmadan önce şişeyi açıp su içiriyor, çok korktuğunu anlıyor minik yavrusunun. Gözlerine bakıyor sonra kollarının arasına alıyor ve iki sözcük dökülüyor dudaklarından: Annem, geçti... O anda bir uğultu yükseliyor yerin altından, sesler birbirine karışıyor, çığlıklar şehrin öte yakasından geliyor. Kulaklarını kapatıyor anne, kızının diğer annelerin evlatlarına yaptığı gibi... Çaresizce bakınıyor anneler, babaların çoğu ailelerin yanlarında bile değil; çünkü babalar asker ve görevdeler. O anda ailelerinin yanında olanlar da çok değil bir saat içinde görevlendiriliyorlar.
Sarsıntı birden kesiliyor, derin bir nefes alıyor anne, kızı anlam veremediği bakışlarla anneye bakıyor ve soruyor:
Anne, evimize ne olacak?
Babam görevden dönüp yaptıracak değil mi?
Yaptıramazsa da daha güzel bir eve taşınırız olmaz mı?
Babam gelsin de biz yine burada oturalım.
Helikopter sesleri arasında lojman bahçesindeki bir kafeteryada geçiriyorlar geceyi, küçük kız annesinin sızlayan dizleri üzerinde uyuyup kalıyor, her artçıda yükselen seslerle irkilse de annesinin tuttuğu eli ona güven veriyor ve tekrar uykuya dalıyor. Arada elektrik kesiliyor, hava da buza kesiyor. Gergin bir şekilde sabahı bekliyor insanlar. Acı haberler birer birer geldikçe yürekler dağlanıyor. Molla kasım diye bir köyün yok olduğunu söylüyor biri, enkaz altında olan ve neredeyse tamamı öğrenci ve öğretmenlerin kaldığı bir siteden bahsediyor diğeri. Yürekler yakarışta...
En uzun gece sabaha eriyor. Küçük kız uyanıyor annesinin kucağında. Etrafına bakınıyor babasını arıyor gözleri, bulamıyor. Anne ise aldığı telefonlarla güçlükle ayakta durmaya çalışıyor. Tanıdığı meslektaşlarının cansız bedenlerinin enkaz altından çıkarıldığı haberi yüreğine kor gibi düşüyor. Dizleriyse artık hiç sızlamıyor.
Gün ortalarına doğru şehir boşalıyor. Anne ve kız elinde küçük bir çantayla memleketlerine gönderiliyor bir kargo uçağıyla. Şehirde hayat normale dönene kadar izinlisiniz deniyor.
Geceleri ruhlarındaki sarsıntıyla uyuyor anne-kız. Geçirdikleri günden hiç zevk almadan vakit dolduruyorlar sadece. Küçük kız orada okula başlıyor, bir gün okulda deprem tatbikatı yapılıyor ve kız sırasının altında endişeli bir şekilde annesinin gelip onu oradan çıkarmasını bekliyor. Annesi gelene kadar onu kimse oradan çıkmak için ikna edemiyor. Anne haberi alır almaz kızının okulunda alıyor soluğu. Sıranın altında bakışları birbirine kenetleniyor.
Bu sefer bir şey olmadı anneciğim sadece küçük bir tatbikat yapıldı.
Oyun gibi mi yani?
Hayır.
Ama oyun oynar gibi masaları salladılar, böyle oyun oynamak istemiyorum ben.
Anne kızının benliğinde açılan yaranın farkına varıyor, destek almalıyız diye geçiriyor içinden. Okuldan çıkar çıkmaz bir klinikten randevu alıyor anne ve terapi süreci başlıyor. Korkularla yüzleşerek kaygı düzeyini azaltmak için çabalamaya devam ederlerken anne göreve başlaması gerektiği haberini alıyor. Kızı bunu kabul etmek istemiyor, terk edileceğini düşünüyor ve anne, yüreğine çöreklenmiş koca bir acıyla evladını ailesine emanet ederek yola koyuluyor. Sarı bir toz bulutu karşılıyor onu ve onun gibi birçok öğretmeni. Hava sıfırın altında. Ulaşım hayli güç, insanlar normal yaşantılarına haliyle dönememişler zaten şehirdeki insan sayısı da eskiye oranla daha az. İlk depremden yaklaşık iki hafta sonra bir deprem daha vurduğu için şehri, kimse kalmamış gibi. Konaklayacağı okula geliyor anne. Sınıflar koğuş yapılmış, öğretmenler için. O andan sonra hayat fazlasıyla zor, “Zor da olsa o, şehirde olmamın bir sebebi var .”diye geçiriyor içinden. Her sabah yıkılmış binaların arasından okula gidiyor. Okulda da konuşulan konu hep aynı, gündem hiç değişmeden günler günleri kovalıyor, haftada altı gün ders var, kayıp zamanı telafi etmek zorundalar. Öğrenciler yaşadıkları travmadan dolayı derse adapte olmakta zorlanıyor üzerine bir de artçı depremlerin derste yakalaması cabası. Öğrencilerinin gözlerindeki endişeyi ortadan kaldırmak için telkinlerde bulunurken özlediği kızı düşüyor aklına, daha bir sarılıyor sınıftaki çocuklarına anne. Her birinin hayatı yamalı, kaybeden, parçalanan, dağılan çocuklar, kalan parçalardan bir bütün oluşturma çabası içinde mücadele ediyor.
Şehir canlanmaya başlıyor, gidenler, yavaş yavaş dönüyor ait olduğu yere. Dönemeyenler akla düştükçe acı tazeleniyor. Zaman karanlık ve soğuk bir şehirde böylece doluyor. Anne ait olduğu yere dönmek için eşyalarını topluyor. O şehirde geçen buruk anıları dolduruyor valizine. Yüreğinde yeri doldurulmayacak dostlarına buğulu gözlerle son kez bakıyor ve kuş misali uçuyor kendi şehrine. Bu bir terk ediş değil diyor uçarken, eski düzenini terk ettiğini bilmeden. Bölünmüş hayatının gerçek öznesine dönmek içini ferahlatıyor annenin. Terk edildiğini düşünen kızının yaralarına merhem olmak için çabalıyor o vakitten sonra. Zaman hızla akıyor, artık anne kızın hayatı başka bir şehirde devam ediyor depremin onlardan aldıklarını unutmaya çalışarak. Depreme karşı daha bilinçli olsalar da yaşanılan travma terk etmiyor bir türlü onları. En küçük bir sarsıntıda anne ve kız kapı eşiğinde buluyorlar kendilerini.
24 Ocak 2020 gecesi yine böyle bir sarsıntı hissediyorlar, anne kapı eşiğinde onu bekleyen kızının yanında alıyor soluğu. Sarılıyorlar birbirlerine . Anne derin bir nefes alıyor. Bu sefer kızı onu telkin ediyor:
Tamam, annem, geçti! O sarsıntı geçiyor yine şükrederek birbirlerine bakıyorlar ama çok da uzak olmayan bir yerlerde insanların zor durumda olduğu ya da yitip gittiği duygusu onlara acı veriyor çünkü adı deprem ve hayatları fazlasıyla sarsıyor.